Maddenin Kendini Bilmesi: Etkin Spinozizm ve “Tek Bilim”
Diyalektik hareket üç momentten geçer: ilkel birlik, ayrılık, bilinçli birlik. İlkel toplumda “bilim” yoktu; praksis vardı, doğayla dolaysız ilişki. Araç-sonuç diyalektiği, en ilkel hâliyle tarih bilimiydi. Sınıflı toplumla birlikte ayrılık geldi: kafa-kol emeği ayrıldı, teori pratikten koptu, bilimler “disiplinleşti”, sınırlar çizildi. Mantık bile ayrı bir “alan” oldu. Şimdi üçüncü momentin eşiğindeyiz: bu ayrılığın bilinçli olarak aşılması. Birliğe dönüş; ama zenginleşmiş, bütün ayrılık deneyimini içermiş olarak.
Burjuva düşüncesi bilimleri parçaladı. Fizik bir yanda, tarih öbür yanda; matematik göklerde, toplum yerde. Bu parçalanma tesadüf değil, zorunluluktur; sınıflı toplumun düşünce alanındaki yansımasıdır. Kafa emeği ile kol emeğinin ayrılığı, teorinin pratikten koparılması, bilginin metalaşması: bütün bunlar aynı toplumsal ilişkiler bütününün farklı görünümleridir. Üniversiteler bu parçalanmayı kurumsallaştırdı, “disiplinler” icat etti, sınırlar çizdi, geçiş vizesi istedi. Her bilim kendi alanına kapandı, kendi jargonunu geliştirdi, kendi hiyerarşisini kurdu. Sonuç: bütünün kavranamaması, fragmentasyonun ebedileştirilmesi, bilginin iktidarın hizmetine koşulması.
Biz bu parçalanmayı reddediyoruz. Reddimiz salt ahlaki bir itiraz değil, tarihin materyalist kavranışı bağlamında bir zorunluluktur. Marx, 1844’te Paris’te, henüz yirmi altı yaşındayken, bu bütünlüğün programını ilan etmişti. Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda şöyle yazıyordu: “Duyusal algı (bkz. Feuerbach) tüm bilimlerin temeli olmalıdır. Ancak bilim, duyusal bilinç ve duyusal ihtiyaç şeklindeki ikili duyusal algıdan hareket ettiğinde gerçek bilimdir. Tüm Tarih, ‘insan’ı duyusal bilincin nesnesi haline getirmenin ve ‘insan olarak insanın’ gereksinimlerini ihtiyaçlarına dönüştürmenin hazırlık ve gelişim tarihidir. Tarihin kendisi, doğa tarihinin –insana doğru gelişen doğanın– gerçek bir parçasıdır. Doğa bilimi zamanla insan bilimini kendi bünyesine katacak, tıpkı insan biliminin doğa bilimini kendi bünyesine katacağı gibi: tek bir bilim olacaktır.” Bu satırlar yüz seksen yıl önce yazıldı, ama hâlâ gerçekleşmedi. Bilimler hâlâ ayrı, doğa ile insan hâlâ karşı karşıya, teori ile pratik hâlâ kopuk. Gerçekleşmedi, çünkü gerçekleşmesinin koşulları henüz olgunlaşmadı. Ama koşullar olgunlaşıyor; ve biz bu olgunlaşmanın bilinçli momentiyiz.
Tek Bilim: Temel Olarak Tarihin Materyalist Kavranışı
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde bu programı daha da netleştirdiler: “Biz yalnızca tek bir bilim tanıyoruz: Tarih bilimi. Tarihe iki yönden bakılabilir ve Tarih, doğa tarihi ile insanların tarihi olarak ikiye ayrılabilir. Ama bu iki yön birbirinden ayrılamaz; insanlar var olduğu sürece, doğa tarihi ile insanların tarihi birbirine bağımlıdır.” Bu formülasyon, basit bir metodolojik tercih değildir. Ontolojik bir tezdir: gerçekliğin kendisi birdir. Doğa ve toplum, maddenin iki ayrı “alanı” değil, tek bir sürecin iki momentidir. İnsan, doğanın “dışında” değil, doğanın kendini aşmasıdır; doğanın kendi içinden çıkan, doğayı dönüştüren, doğayı bilen varlıktır.
Bu birlik, soyut bir “bütünlük” talebi değildir. Somut tarihsel hareketin kendisidir. İnsanlık tarihi, doğa tarihinin devamıdır; ama salt devam değil, niteliksel sıçramadır. Emek aracılığıyla insan, doğayı dönüştürür; bu dönüştürme sürecinde kendini de dönüştürür; ve bu çifte dönüşüm sürecinde bilinç ortaya çıkar. Bilinç, gökyüzünden inen bir hediye değildir; maddenin tarihsel hareketinin ürünüdür. Ama “ürün” demek, “yan ürün” demek değildir. Bilinç, maddenin en yüksek çiçeğidir; maddenin kendini bilme biçimidir.
İşte tam da bu noktada, Sovyet filozof Evald İlyenkov devreye giriyor. İlyenkov, Marx’ın tamamlanmamış projesini –felsefenin materyalist yeniden inşasını– sürdürdü. Onun temel tezi şuydu: düşünce, maddenin “yansıması” değil, maddenin zorunlu atribütüdür. Bu formülasyon, kaba materyalizmin ötesine geçer. Kaba materyalizm düşünceyi maddenin “yan etkisi” gibi görür; sanki madde “asıl”, düşünce “türev”miş gibi. İlyenkov, Spinoza’ya dönerek bu ikiliği aşar: madde ve düşünce, tek tözün iki atribütüdür. Ama İlyenkov, Spinoza’da kalan bir eksikliği giderir: tarihselliği ekler. Spinoza’nın tözü statikti; İlyenkov’un maddesi tarihsel olarak hareket eder, gelişir, kendi bilincine varır.
Mantık, Diyalektik ve Bilgi Kuramının Özdeşliği
Lenin, 1914-15 yıllarında, dünya savaşının dehşeti ortasında, Hegel’in Mantık Bilimi’ni yeniden okudu. Felsefi Defterler’de şu notu düştü: “Diyalektik, (Hegel ve) Marksizmin bilgi kuramıdır. Bu, meselenin ‘bir yönü’ değil (sanki meselenin ‘bir yönü’ymüş gibi), meselenin özüdür; Plehanov’un, diğer Marksistlerden bahsetmeye bile gerek yok, dikkat etmediği yön.” Lenin, aynı defterlerde daha da ileri gitti: “Marx bir ‘Mantık’ (büyük harfle) bırakmadıysa da, Kapital’in mantığını bıraktı ve bu, söz konusu sorunda sonuna kadar kullanılmalıdır. Kapital’de Marx, tek bir bilime mantık, diyalektik ve materyalizmin bilgi kuramını uyguladı (üç sözcük gereksiz: bunlar bir ve aynı şeydir).” Bu formülasyon, felsefe tarihinin en önemli kavrayışlarından biridir. Mantık, diyalektik ve bilgi kuramı özdeştir; üç ayrı disiplin değil, tek bir bilimin üç adıdır.
İlyenkov, Lenin’in bu kavrayışını sistematize etti. 1974’te yayınlanan Diyalektik Mantık adlı eserinde, bu özdeşliğin felsefi temellerini açıkladı. Mantık, “düşüncenin dışsal biçimlerinin bilimi” değildir; bu, formel mantığın tanımıdır ve yetersizdir. Gerçek mantık, “tüm maddi, doğal ve tinsel şeylerin gelişim yasalarının, yani dünyanın tüm somut içeriğinin ve onun bilgisinin gelişim yasalarının, yani dünyayı bilmenin tarihinin toplam sonuçlarının, genellemesinin ve özetinin bilimidir.” Bu tanım, mantığı düşüncenin “tekniği” olmaktan çıkarır, varlığın ve bilginin birliğinin bilimi haline getirir. Mantık, dünyanın nasıl hareket ettiğinin kavranmasıdır; ve bu kavrayış, aynı zamanda dünyayı nasıl bileceğimizin ve nasıl dönüştüreceğimizin kavranmasıdır.
Bu perspektiften bakıldığında, “felsefe” ayrı bir disiplin olmaktan çıkar. Felsefe, bilimlerin üstünde duran “kraliçe bilim” değildir; bilimlerin özgül mantıklarının kristalizasyonudur. Her bilimin kendi mantığı vardır; fiziğin mantığı, kimyanın mantığı, ekonomi politiğin mantığı. Bu özgül mantıklar, evrensel Mantık’ta birleşir. Ama bu birlik, yukarıdan dayatılan soyut bir şema değildir; bilimlerin kendi hareketinden çıkan somut bir sentezdir. Mantık, bilimlere “dışarıdan” müdahale etmez; bilimlerin içinden yükselir. Ve tam da bu yüzden, Mantık bilimlerle “yatay” bir ilişki içindedir; onların üstünde değil, yanlarındadır. Ama özel bir değere sahiptir, çünkü bütünü kavrar, parçaları birbirine bağlar, hareketi sistemleştirir.
Maddenin En Yüksek Çiçeği
İlyenkov’un en cesur tezi, 1950’lerde yazdığı ama ancak ölümünden sonra yayınlanabilen Tinin Kozmolojisi’nde ortaya konur. Bu metin, materyalist felsefenin sınırlarını kozmolojik boyutlara taşır. İlyenkov şöyle yazar: “Nasıl ki madde düşünce olmadan töz olarak var olamazsa, düşünce de madde olmadan atribüt olarak var olamaz. Mekanik materyalizmden ayrılan materyalist diyalektiğin temel farkı burada yatar. Mekanik materyalizme göre düşünce hiç var olmayabilirdi –çünkü koşulların şanslı bir birleşiminin ürünü olan az çok bir istisnayı oluşturur– madde geneli için herhangi bir sonuç doğurmadan. Oysa düşünen beyin, maddenin en yüksek biçimi ve ürünüdür.”
Bu formülasyonun radikal içeriğini kavramak gerekir. Düşünce, maddenin “tesadüfi” ürünü değildir. Düşünce, maddenin zorunlu atribütüdür; maddenin var olduğu her yerde, potansiyel olarak mevcuttur. Aktüelleşmesi koşullara bağlıdır; ama potansiyeli zorunludur. Bu, idealizm değildir; tam tersine, materyalizmin en tutarlı biçimidir. Çünkü düşünceyi maddenin “dışına” atmaz, maddenin “içine” yerleştirir. Düşünce, maddeye “eklenen” bir şey değil, maddenin kendi kendini aşmasıdır.
İlyenkov buradan kozmolojik bir sonuç çıkarır: düşüncenin kozmolojik bir işlevi vardır. Evren, entropi yasasına göre, düzenden düzensizliğe doğru ilerler; enerji dağılır, sıcaklık farkları eşitlenir, “ısı ölümü” yaklaşır. Ama düşünen varlıklar, entropi yasasını kavrayabilir; ve kavramak, müdahale edebilmek demektir. İlyenkov spekülatif bir senaryo önerir: insanlık veya başka düşünen varlıklar, evrenin “ısı ölümü”ne yaklaştığı bir noktada, bilinçli bir müdahaleyle evreni “yeniden başlatabilir”. Bu, düşüncenin “kozmolojik borcu”nu ödemesidir; doğaya, onu doğuran maddeye geri ödeme.
Bu tez spekülatif görünebilir; ama altında yatan ilke sağlamdır. Düşünce, maddenin pasif “yansıması” değil, aktif dönüştürücüsüdür. Madde, düşünce aracılığıyla, kendini biliyor ve kendini değiştiriyor. Bu, Spinoza’nın “Deus sive Natura”sının tarihselleştirilmiş, materyalistleştirilmiş, devrimcileştirilmiş halidir. Biz buna “etkin Spinozizm” diyoruz.
Aprioristik Matematiğin Eleştirisi
Bu çerçeveden bakıldığında, burjuva matematiğinin ideolojik karakteri açığa çıkar. Matematik, kendini “saf biçim” olarak sunar; toplumsal ilişkilerden bağımsız, tarihsiz, ebedi. Aksiyomlar “a priori” kabul edilir, teoremler “zorunlu” olarak türetilir, yapılar “keşfedilir” (icat edilmez). Bu, matematiksel Platonizmdir; ve değer fetişizminin düşünce alanındaki muadilidir.
Marx, ekonomi politiğin kategorilerinin “ebedi” değil tarihsel olduğunu gösterdi. Değer, meta, para, sermaye; bunlar “insan doğasının” ifadeleri değil, belirli tarihsel koşulların ürünleridir. Aynı eleştiri matematiğe de uygulanmalıdır. Sayı, süreklilik, sonsuzluk, küme; bunlar “saf düşüncenin” ürünleri değil, toplumsal pratiğin idealleştirmeleridir. Sayma pratiğinden sayı kavramı çıktı; ölçme pratiğinden süreklilik kavramı çıktı; meta mübadelesinden eşitlik ve oran kavramları çıktı. Matematik “gökyüzünden inmedi”, topraktan çıktı; toplumsal emeğin toprağından.
Alfred Sohn-Rethel, bu bağlantıyı “gerçek soyutlama” kavramıyla açıkladı. Meta mübadelesinde, metaların somut özelliklerinden fiilen soyutlanır; bu soyutlama kafada değil, eylemde gerçekleşir. Para, bu gerçek soyutlamanın maddileşmesidir: “saf nicelik”, somut içerikten arınmış biçim. Matematiksel soyutlama, bu gerçek soyutlamanın idealleştirilmesidir. Para-biçimi ile matematiksel biçim, aynı toplumsal sürecin iki kristalizasyonudur.
Bu, matematiği “reddetmek” değildir. Marx ekonomi politiği reddetmedi; eleştirel olarak sahiplendi. Ricardo’nun değer teorisini kullandı, ama onu aştı. Aynı şekilde, biz de mevcut matematiği eleştirel olarak sahiplenmeliyiz. Onun toplumsal kökenini açığa çıkarmalı, tarihselliğini göstermeli, sınırlarını belirlemeliyiz. Ve gerektiğinde, onu aşacak yeni araçlar geliştirmeliyiz.
Yeni Matematiğe Doğru
Matematik nedir? Doğaya içkin yapıların –niceliksel oranların, uzamsal konfigürasyonların, sürekliliklerin, örüntülerin– toplumsal praksis aracılığıyla kavranmasıdır. Nesne doğada; türetim toplumsal. Ama bu ikisi “iki ayrı şey” değil: insan doğanın parçası, toplumsal praksis doğal bir süreç. Matematik, maddenin kendini-bilmesinin biçimsel momentidir.
Ve matematiğin özgül mantığı –formel mantık denen şey– analitiktir. Lojisizm bunu tersine çevirdi: matematiği mantıktan türetmeye çalıştı. Biz tersini söylüyoruz: analitik, matematiğin pratiğinden kristalize oldu. Mantık matematiği temellendirmiyor; matematiğin özgül mantığı olarak ondan yükseliyor. Mevcut matematik, sermaye çağının matematiğidir; ve sermayenin hareketini kavramakta yetersiz kalır. (bkz. Marx’ın Engels’e 11 Ocak 1858 tarihli mektubu) Değer-biçiminin dört temel özelliği vardır: ilişkisellik (değer metanın “içinde” değil, ilişkide belirlenir), bağlamsallık (aynı meta farklı mübadele ilişkilerinde farklı değer ifadelerine sahiptir), dönüşümsellik (basit değer-biçimi genişletilmiş değer-biçimine, o da genel değer-biçimine, o da para-biçimine dönüşür) ve öz-refleksivite (sermaye, kendini genişleten değerdir; kendine dönen hareket). Mevcut matematik, ilk iki özelliği kısmen kavrayabilir; üçüncü ve dördüncü özelliklerde tıkanır.
Ama asıl sorun daha derindir. Mevcut matematik, özdeşlik ilkesi üzerine kuruludur (A=A), çelişkiyi dışlar (A ∧ ¬A = yanlış), tarihsellikten yoksundur (matematiksel doğrular “ebedi”dir), biçim ile içeriği ayırır (“saf biçim” olarak matematik). Oysa sermayenin hareketi –ve daha genel olarak diyalektik süreçler– çelişkiyi içerir, tarihseldir, biçim ve içerik birliğine dayanır. Bu çelişki, mevcut matematiği “zorlayarak” çözülemez. Yeni bir matematik gereklidir; ve bu matematik, pratikten türetilmelidir.
Marx, Kant’ın aprioristik felsefesini tamamen kırdı. Kategoriler a priori değil, pratikten türer; evrensel ve zorunlu değil, tarihsel ve geçicidir. Aynı kırılma matematikte de gerçekleşmelidir. Aksiyomlar a priori değil, pratikten türetilmelidir. Matematiksel yapılar ebedi değil, tarihseldir. “Saf biçim” ideolojik bir yanılsamadır; her biçim, toplumsal içeriğin biçimidir.
Bu, kuşakları aşan bir programdır. Newton, mekaniği formalize etmek için kalkülüsü icat etmişti; problemi çözmek için aracı yarattı. Einstein, genel görelilik için diferansiyel geometriyi kullandı; mevcut aracı yeni probleme uyguladı. Biz de benzer bir konumdayız: sermayenin hareketinin (ve daha genel olarak diyalektik süreçlerin) matematiksel ifadesi, ya mevcut araçların yaratıcı kullanımını ya da yeni araçların icadını gerektirecektir. Hangisi olacağını önceden bilemeyiz; ancak deneyerek, tıkanarak, aşarak öğreniriz.
Bilimlerin Erimesi
Her bilimin kendi özgül mantığı vardır; o bilimin pratiğinden kristalize olan hareket yasaları. Matematiğin özgül mantığı analitiktir: özdeşlik, çelişmezlik, biçimsel çıkarım. Fiziğin özgül mantığı invaryanttır: değişimdeki değişmezin aranması, korunum, simetri. Ekonomi politiğin özgül mantığı eleştirel yükseliştir: soyuttan somuta yükseliş, biçimlerin hareketi. Psikolojinin özgül mantığı çözümsel yükseliştir: bütünün özelliğini koruyan birimlere ayrıştırma.
Ama bu özgül mantıklar da tarihseldir. “Ebedi analitik” veya “zamansız invaryans” diye bir şey yoktur. Bunlar, bilimlerin ayrı disiplinler olarak var olmasıyla birlikte ortaya çıktı; bilimlerin erimesiyle birlikte onlar da eriyecek. Diyalektik Mantık, bu özgül mantıkların “sentezi” veya “toplamı” değil; onların tarihsel olarak aşılmasıdır.
Nihai perspektif şudur: tüm bilimler tek bilime eriyecek. Bu erime, salt “farklılıkların bütün içinde kavranması” değildir; alan özgüllüklerinin kendisi ortadan kalkacaktır. Fizik, kimya, biyoloji, ekonomi, psikoloji; bunların ayrı “disiplinler” olarak var olması, sınıflı toplumun –kafa ile kol emeğinin ayrılığının– ürünüdür. Erime, bu ayrılığın bilinçli olarak aşılmasıdır: yazının girişinde de söylediğimiz üzere; birliğe dönüş, ama bu sefer bilerek, zenginleşmiş olarak. Parçalanma sona erecek, birlik kurulacaktır.
Bu birliğin adı Tarih’tir; büyük harfle, çünkü burjuva akademisinin “tarih disiplini”ni değil, doğa ve insanın birleşik hareketini kastediyoruz. Ve Tarih’in özgül mantığı Diyalektik’tir; ama Diyalektik, Tarih’in “yanında” ayrı bir alan değil. Diyalektik, Tarih’in kendine dönüşüdür: maddenin, kendi hareketini, insan praksisi aracılığıyla kavraması. Tarih bilimi, doğanın ve insanın birleşik tarihidir; maddenin kendi hareketinin kavranmasıdır. Bugün fizik dediğimiz şey, maddenin en genel hareket biçimlerini inceler; kimya dediğimiz, bileşim ve dönüşüm hareketini; biyoloji dediğimiz, yaşam biçimini… Ama “fizik”, “kimya”, “biyoloji” ayrımının kendisi tarihseldir; bu ayrım, bilimin kurumsal parçalanmasının ürünüdür. Doğa bu ayrımları tanımıyor; biz tanıyoruz, zira sınıflı toplumda düşünce parçalanmıştır; biyoloji, maddenin yaşam biçimindeki hareketinin bilimidir; ekonomi politik, maddenin toplumsal üretim biçimindeki hareketinin bilimidir; psikoloji, maddenin bilinç biçimindeki hareketinin bilimidir. Hepsi, tek maddenin tek hareketinin farklı momentleridir.
Ve Mantık? Mantık, ayrı bir “bilim” veya “disiplin” değildir; hiçbir zaman da “olmamalıydı.” Aristoteles’in “organon’u, skolastiğin formel mantığı, hatta Hegel’in Mantık Bilimi– bunlar, Mantık’ın ayrı alan olarak var olma yanılsamasının tarihsel biçimleridir. Gerçekte Mantık, Tarih’in öz-refleksivitesidir: tek bilimin kendine dönüşü, kendini bilmesi. Bilimler eridiğinde Mantık “içselleşmez”; zaten hep içseldı, ama mistifikasyon onu “dışarıda” gösteriyordu. Bilim, kendini bilir; bildiğini bilir; bu bilgiyi dönüştürür. Madde, düşünce aracılığıyla, kendini kavrıyor ve kendini değiştiriyor. Biz bu sürecin bilinçli parçasıyız.
Görevimiz
Biz bu programın bir momentiyiz. İddiamız mütevazı değil: maddenin kendini bilme sürecine bilinçli olarak katılıyoruz. Bu, “büyüklenmek” değil, durumun tespitidir. Her bilimsel çalışma, maddenin kendini bilmesidir; ama çoğu bilim insanı bunu bilmez, “nesnel gerçekliği keşfediyorum” sanır. Bu, fetişizmdir: kendi etkinliğini kendinden bağımsız bir “şey” olarak görmek.
Biz, buradaki farkı biliyoruz. Düşüncemizin maddenin atribütü olduğunu biliyoruz. Bilimimizin maddenin kendini bilmesi olduğunu biliyoruz. Bu bilginin dönüştürme imkânı açtığını biliyoruz. Ve bu dönüştürmenin devrimci bir görev olduğunu biliyoruz. Yorumlamak ve değiştirmek aynı hareketin iki momentidir. Madde, kendini bilerek, kendini değiştiriyor. Biz bu hareketin silahıyız.
Marx, Kapital’i bitiremedi. Engels, matematiksel elyazmalarını yayınlayamadı. Rubin, NKVD tarafından işkencede katledildi. Paşukanis kurşuna dizildi. Vıgotskiy otuz yedi yaşında öldü, eserleri sansürlendi ve yasaklandı. İlyenkov intihar etti. Bu gelenek kesintilerle dolu. Bizim görevimiz, kesintiye rağmen devam etmektir. Alan ayrımlarını ortadan kaldırmak, Mantık'ı ayrı “disiplin” yanılsamasından kurtarmak, matematiği toplumsal kökenine döndürmek; bunlar kuşakları aşan görevlerdir. “Bilimlerin birliği” demiyoruz; çünkü bu, ayrı bilimlerin varlığını kabul edip onları “sentezlemeyi” ima ediyor. Biz erimeden söz ediyoruz: ayrılığın kendisinin ortadan kalkması. Birliğe dönüş; ama bilinçli, bu sefer bilerek. Biz başlatıyoruz. Başkaları devam edecek. Ama başlamak, en zor adımdır. (bkz. Kapital’in 1867 Almanca İlk Baskısına Ön Söz)
Tek bilim, tek mantık, tek praksis. Maddenin kendini bilmesi. Etkin Spinozizm. Devrimci materyalizm. Bunlar aynı şeyin farklı adlarıdır. Ve bu şey, burjuva toplumunun sonunu –insanlığın öntarihinin sonunu– hazırlıyor.
Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?

