Matematiğin Eleştirisine Bir Katkı

Bu yazı bir programdır. Akademik bir makale değil, bir savaş ilanıdır. Hedefimiz, burjuva düşüncesinin en korunaklı kalelerinden birine saldırmaktır: matematiğe ve onun fiziğe uygulanmasına. Ama bu saldırı dışarıdan gelmeyecek; kalenin kendi taşlarıyla kale yıkılacaktır.

Bu yazıdaki argümanların ortaya konmasına katkı sağlayan O. Acar yoldaşa da teşekkürlerimizi bu vesileyle iletmiş olmak istiyoruz.

Tarihi kronolojik olarak okumak, burjuva tarihçiliğinin temel yanılsamasıdır. Olaylar art arda gelir, nedenler sonuçları önceler, geçmiş geleceği belirler; bu görünüm, tarihin gerçek hareketini gizler. Marx’ın entelektüel gelişimini de bu yanılsamaya kurban etmişlerdir: önce genç Hegelci idealist, sonra Feuerbachçı materyalist, nihayet olgun bilim insanı. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Kapital’deki değer-biçimi analizi, ancak 1844 Elyazmaları’ndaki yabancılaşma eleştirisine geri döndüğümüzde tam anlamını kazanır; yabancılaşma eleştirisi de ancak 1841 doktora tezindeki clinamen kavramına geri döndüğümüzde temelini bulur. Matematiksel Elyazmaları ise bu zincirin son halkası değil, ilk halkasına açılan kapıdır: diferansiyel kalkülüsün temelleri üzerine 1881’de yazılan bu notlar, aslında doktora tezinde başlayan bir soruşturmanın kırk yıl sonraki devamıdır. Tarih bugünden geriye doğru okunmalıdır; çünkü yalnızca bugün, geçmişte yatan potansiyellerin hangilerinin aktüelleştiğini, hangilerinin bastırıldığını gösterir. Bugünden geriye gitmek, geçmişi “olduğu gibi” değil, bugünün ışığında yeniden kurmaktır; bu yeniden kurma, geçmişi çarpıtmak değil, geçmişin bastırılmış hakikatini açığa çıkarmaktır.

1841’de yirmi üç yaşındaki Marx, doktora tezinde Demokritos ile Epikuros arasındaki farkı soruşturdu. Yüzeysel bir bakış, ikisini de “atomcu” olarak sınıflandırır ve geçer; Marx ise bu görünür benzerliğin altındaki uçurumu kazıdı. Demokritos’un atomları düz çizgide düşer; hareket, dışsal nedenler tarafından belirlenir; zorunluluk mutlaktır. Epikuros ise clinamen’i ekler: atomun düz çizgiden minimum sapmasını, en küçük sapmayı, neredeyse hiç olmayan ama her şeyi değiştiren o küçücük kaymayı. Cicero ve diğer antik yazarlar bu kavramı alaya aldılar; fiziğe “özgür irade” sokmak, onlara göre saçmalıktı. Marx’ın dehası, bu saçmalıkta derinliği görmesiydi. Sapma, dışarıdan eklenen bir “özgürlük” değildir; maddenin kendi hareketinden doğan bir zorunluluktur. Atom düz çizgide düştüğü sürece yalnızca “göreceli varoluş” içindedir; yalnızca bir çizginin noktasıdır, kendi belirlenimi yoktur. Sapma, atomun kendi kendisiyle ilişkiye geçmesidir; göreceli varoluştan sıyrılmadır; öz-hareketin doğuşudur. Marx’ın formülasyonu keskindir: atom, düz çizgiden saparak, o çizgiyi olumsuzlar; olumsuzlama, özgürlüğün başlangıcıdır. Ama bu özgürlük soyut değildir; maddenin kendi hareketinin bir momentidir. Clinamen, idealist “özgür irade” değil, materyalist öz-harekettir. Bu kavrayış, Marx’ın tüm sonraki çalışmasının çekirdeğini barındırır: değişim dışarıdan dayatılmaz, yapının kendi iç çelişkisinden doğar.

On yedi yıl sonra, 11 Ocak 1858’de, Marx Engels’e bir mektup yazdı: “Ekonomi politiğin ilkelerini işlerken hesap hataları yüzünden öyle lanet olası bir şekilde takıldım ki, umutsuzluk içinde hızlı bir cebir tekrarına giriştim. Aritmetikle hiçbir zaman aram iyi olmadı.” Bu mektup, genellikle Marx’ın matematiksel zayıflığının kanıtı olarak okunur; oysa tam tersi doğrudur. Marx, mevcut matematiğin sermayenin hareketini kavramakta yetersiz kaldığını sezmiştir. Sorun Marx’ın matematiksel yetersizliği değil, matematiğin kavramsal yetersizliğidir. 31 Mayıs 1873 tarihli bir başka mektubunda Marx, ekonomik krizlerin yasalarını matematiksel olarak belirleme olasılığından söz eder; ama mevcut araçların buna yetmediğini de ima eder. Kapital’in yazımı boyunca Marx, matematikle boğuştu; değer büyüklüklerinin hesaplanması, artı-değer oranlarının formülasyonu, yeniden üretim şemaları, kâr oranının düşme eğilimi. Her seferinde matematik bir araç olarak devreye girer; ama her seferinde yetersiz kalır. Bu yetersizlik tesadüf değildir. Burjuva matematiği, statik ilişkileri kavramak için geliştirilmiştir; oysa sermaye, kendini genişleten değerdir, durağan değil dinamik bir süreçtir, bir denge hali değil sürekli bir dengesizliktir. Sermayeyi kavrayacak matematik, henüz icat edilmemişti; Marx’ın bu icada yönelik girişimleri Matematiksel Elyazmaları’nda kristalleşir. Ama bir uyarı gereklidir. 1873 mektubunda Marx, fiyat tablolarındaki dalgalanmaları “kurgusal eğriler” olarak hesaplayıp buradan krizlerin matematiksel yasasını çıkarmayı denediğini yazar; Moore bunu çözülemez bulmuş, Marx şimdilik vazgeçmiştir. Bu girişim eleştirel okunmalıdır. Ampirik verilerden matematiksel yasa çıkarmak, pozitivist bir yöntemdir; Marx’ın kendi yöntemine aykırıdır. Krizlerin “yasası” dışarıdan, fiyat eğrilerinden çıkarılamaz; sermayenin öz-genişleme hareketinin iç çelişkisinden türetilmelidir. Marx’ın bu girişimi terk etmesi tesadüf değildir; mevcut matematiğin yetersizliği yalnızca teknik değil, kavramsal idi. Krizleri kavrayacak matematik, ampirik eğrileri “fit” eden bir matematik değil, sermayenin iç çelişkisini ifade eden bir matematik olmalıydı. Marx bunu başaramadı; görev bize kaldı.

Matematiksel Elyazmaları’nda Marx, diferansiyel kalkülüsün temellerini soruşturur. Newton ve Leibniz’in “mistik” kalkülüsünden d’Alembert’in “rasyonel” kalkülüsüne, oradan Lagrange’ın “salt cebirsel” kalkülüsüne: Marx, bu tarihi yeniden yazar, her aşamanın iç çelişkisini açığa çıkarır. Ama asıl kavrayış başka bir yerdedir. Marx şunu vurgular: dy/dx tek bir semboldür; pay ve payda ayrı ayrı anlam taşımaz; birini diğerinden ayırmaya kalktığınızda 0/0 elde edersiniz, yani belirsizlik. Diferansiyel, iki büyüklüğün oranı değil, tek bir ilişkidir; ilişki, terimlerden önce gelir. Bu kavrayışın önemi, elyazmalarının sınırlarını aşar. Değer-biçimi analizinde Marx, aynı yapıyı ortaya koyar. Meta, değeri kendi içinde barındırmaz; değer, metalar arasındaki ilişkide belirlenir. Basit değer-biçiminde “20 yarda keten = 1 ceket” ifadesi, dy/dx gibi tek bir semboldür: keten ve ceket ayrı ayrı “değer” taşımaz, değer yalnızca ilişkide ortaya çıkar. Diferansiyelin terimlere bölünemezliği ile metanın değeri “içermemesi” arasındaki paralellik tesadüf değildir; Marx, her iki alanda da aynı yapıyı, aynı geçişin yapısını keşfetmiştir. İlişkinin terimlerden önce gelmesi, Aristotelesçi tözselciliğin reddidir; şeyler önce vardır ve sonra ilişkiye girer değil, ilişki şeyleri kurar.

Kapital’in birinci cildinin birinci bölümünün üçüncü kesimi, değer-biçiminin analizine ayrılmıştır. Dört biçim ardışık olarak sunulur: basit ya da tekil değer-biçimi, genişletilmiş değer-biçimi, genel değer-biçimi ve para-biçimi. Bu ardışıklık tarihsel değil mantıksaldır; biçimler birbirini kronolojik olarak izlemez, kavramsal olarak varsayar. Basit değer-biçiminde tek bir meta, değerini tek bir başka metada ifade eder: 20 yarda keten = 1 ceket. Bu ifade tersine çevrilebilir görünür; 1 ceket = 20 yarda keten. Ama tersine çevirme simetrik değildir; göreli biçimdeki meta ile eşdeğer biçimdeki meta farklı roller üstlenir; rollerin değişimi, ilişkinin içeriğini değiştirir. Basit biçimin iç çelişkisi, genişletilmiş biçime geçişi zorunlu kılar. Genişletilmiş biçimde keten, değerini sonsuz sayıda metada ifade edebilir: 20 yarda keten = 1 ceket = 10 libre çay = 2 ons altın = … Bu seri tamamlanamaz; her yeni meta, seriye eklenebilir; sonsuzluk, belirsizliktir. Genişletilmiş biçimin bu tamamlanamazlığı, genel biçime geçişi zorunlu kılar. Genel biçimde tüm metalar, değerlerini tek bir metada ifade eder; o meta genel eşdeğer olur. Ama genel eşdeğerin seçimi keyfi görünür; neden keten değil de altın? Para-biçimi, bu keyfililiği toplumsal olarak aşar: altın, toplumsal süreç içinde genel eşdeğer olarak dışlanır, para olur. Her geçiş, bir önceki biçimin iç çelişkisinden doğar; dışarıdan dayatılmaz, içeriden zorunlu kılınır. Bu geçişlerin yapısı, diyalektik hareketin ta kendisidir.

Marx, eşdeğer biçiminde üç “tuhaflık” saptar. Birincisi: kullanım-değeri, değerin görünüm biçimi olur. Normal koşullarda kullanım-değeri ile değer karşıttır; biri somut, diğeri soyut; biri nitel, diğeri nicel; biri kullanıma, diğeri mübadeleye aittir. Ama eşdeğer biçiminde bu karşıtlık tersine döner; ceketsin somut bedeni, ketenin soyut değerinin görünüm biçimi haline gelir. İkincisi: somut emek, soyut emeğin görünüm biçimi olur. Terzilik somut bir emektir; belirli bir beceri, belirli araçlar, belirli bir ürün gerektirir. Ama eşdeğer biçiminde terzilik, ketenin üretiminde harcanan emeğin soyut insan emeği olarak sayılmasının aracı haline gelir; somut olan, soyutun biçimine bürünür. Üçüncüsü: özel emek, dolaysızca toplumsal emeğin görünüm biçimi olur. Terzi kendi hesabına, özel olarak çalışır; emeği ancak pazarda, ürününün satılmasıyla toplumsal olarak tanınır. Ama eşdeğer biçiminde terzinin özel emeği, sanki başından beri toplumsal emekmiş gibi görünür; dolayım, dolaysızlık kılığına girer. Bu üç tersine çevirme, fetişizmin kaynağıdır. Altın “doğası gereği” para görünür; oysa altın, yalnızca tüm metaların ona değer ifadesi olarak yönelmesi sayesinde paradır. İlişkinin sonucu, şeyin doğal özelliği olarak görünür; toplumsal belirlenim, fiziksel özellik kılığına bürünür. Bu görünüm yanlış değil, zorunludur; fetişizm bir yanılsama değil, kapitalist üretim ilişkilerinin nesnel görünüm biçimidir. Görünüm, özün kendisidir; ama özün belirli bir tarihsel biçimidir. Para, ‘doğası gereği’ değerli görünür; ve kapitalizm altında para gerçekten değerlidir, bu görünüm yanlış değildir. Yanlış olan, bu gerçekliğin ebedi sanılmasıdır.

Fetişizm, mekanik ve basit bir yanılsama değildir; gerçekliğin kapitalist biçimidir. Marx’ın fetişizm kavramı, ideoloji eleştirisine indirgenemez; biçim eleştirisidir. Meta fetişizmi, insanların “yanlış düşünmesi” değildir; kapitalist üretim ilişkilerinin nesnel görünüm biçimidir. Para gerçekten genel eşdeğerdir; bu gerçeklik, paranın “aslında” genel eşdeğer olmadığı anlamına gelmez. Altın gerçekten para işlevi görür; toplumsal ilişki gerçekten şeyler arası ilişki biçimini almıştır. Fetişizm, olgunun o esnadaki özsel formudur; kapitalizm var olduğu sürece, fetişizm de vardır; “bilinçlenmekle” ya da “farkına varmakla” ortadan kalkmaz. Fetişizmi “çözmek”, onu düşüncede aşmak değil, onu üreten toplumsal ilişkileri pratik olarak ortadan kaldırmaktır. Bu kavrayış, matematiksel fetişizme de uygulanmalıdır. Matematik gerçekten “saf biçim” olarak işler; bu işleyiş, matematiğin “aslında” saf biçim olmadığı anlamına gelmez. Aksiyomlar gerçekten a priori olarak konulur; teoremler gerçekten bu aksiyomlardan türetilir; içerik gerçekten dışsal kalır. Matematiksel fetişizm, matematikçilerin “yanlış düşünmesi” değildir; matematiğin kapitalist toplumdaki nesnel varoluş biçimidir. Kafa emeği ile kol emeğinin ayrılığı, biçim ile içeriğin ayrılığı olarak matematikte kristalleşir; bu kristalleşme gerçektir, bir görüntü değildir. Matematikçi, üretimden, emekten, doğadan gerçekten koparılmıştır; bu koparılma, onun bilincinden bağımsız olarak, toplumsal işbölümü tarafından dayatılmıştır. Matematiğin “saf biçim” olarak görünmesi, matematiğin kapitalist toplumdaki gerçek varoluş tarzıdır. Ama her gerçeklik gibi bu gerçeklik de tarihseldir. Meta fetişizmi, meta üretimi var olduğu sürece gerçektir; meta üretimi ortadan kalktığında, fetişizm de ortadan kalkar. Matematiksel fetişizm, kafa ile kol emeğinin ayrılığı var olduğu sürece gerçektir; bu ayrılık ortadan kalktığında, matematik de “saf biçim” olmaktan çıkar. Fetişizmi eleştirmek, onu “yanılsama” olarak reddetmek değildir; onun tarihselliğini, geçiciliğini, aşılabilirliğini göstermektir. Matematik bugün gerçekten saf biçimdir; ama bu gerçeklik ebedi değildir. Eleştiri, bugünün gerçekliğini yarının olasılığı açısından sorgulamaktır.

“Tek bilim” programı iki biçim alabilir; biri devrimci, diğeri gerici. Gerici biçim, Bogdanovculuktur. İlyenkov, Leninci Diyalektik ve Pozitivizmin Metafiziği’nde bu gericiliği açığa çıkarır. Bogdanov’un tektolojisi, evrensel bir organizasyon bilimi olarak sunulur; tüm bilimler bu evrensel şemanın özel uygulamaları olarak kavranır. Üç temel kavram işler: denge, ekonomi, organizasyon. “Denge”, çelişkilerden arınmış bir durumu ifade eder; sistemin “ideal” halidir. “Ekonomi”, Mach’ın “düşünce ekonomisi” ilkesinin genelleştirilmesidir; en az çabayla en çok sonuç. “Organizasyon”, unsurların uyumlu düzenlenmesidir. Bu kavramlar bilimlerin özgül içeriklerinden türemez; yukarıdan, dışarıdan uygulanır. Fizik de kimya da biyoloji de ekonomi de aynı “denge-ekonomi-organizasyon” şemasına tabi kılınır; özgüllükler silinir, farklılıklar “ortak olan”da eritilir. Bogdanov’un Kızıl Yıldız romanı bu ütopyayı anlatır: Mars’ta “bilimsel sosyalizm”, pozitivist şemanın tam uygulamasıdır. Ama bu uygulama, diyalektiğin inkarıdır. Denge, çelişkinin bastırılmasıdır; oysa çelişki, hareketin kaynağıdır. Ekonomi, fazlalığın atılmasıdır; oysa fazlalık, yeninin doğum yeridir. Organizasyon, unsurların dışarıdan düzenlenmesidir; oysa gerçek düzen, içeriden doğar. Bogdanovculuk, bilimlerin birliğini onların üstüne bir şema dayatarak kurar; bu sahte birliktir, özgüllüklerin katledilmesidir.

Devrimci biçim, Lenin’in formülasyonunda kristalleşir. Felsefi Defterler’de Lenin, Hegel’in Mantık Bilimi’ni yeniden okurken şu notu düşer: “Mantık, diyalektik ve bilgi kuramı aynı şeydir; üç sözcük gereksizdir.” Bu özdeşlik, Bogdanovcu erimeden köklü olarak farklıdır. Bogdanov’da evrensellik dışarıdan dayatılır; Lenin’de içeriden keşfedilir. Bogdanov’da özgüllükler silinir; Lenin’de korunur. Bogdanov’da birlik statiktir; Lenin’de dinamiktir. Kapital’de Marx, ekonomi politiğe “mantık uygulamadı”; ekonomi politiğin kendi mantığını açığa çıkardı. Metanın hareketi, değer-biçiminin geçişleri, paranın oluşumu, sermayenin genişlemesi; bunlar dışarıdan uygulanan kategoriler değil, nesnenin kendi hareketinden çıkan belirlenimlerdir. Aynı şekilde, bilimlerin erimesi de bilimlerin üstüne tek bir şema dayatmak değildir. Her bilim kendi nesnesinin hareketini izler; bu izleme, özgül kavramlar üretir; ama her izlemede aynı yapı, geçişlerin yapısı, kendini gösterir. Fizik, maddenin en genel hareket biçimlerini kavrar; bu kavramada belirli bir yapı açığa çıkar. Ekonomi politik, sermayenin hareketini kavrar; bu kavramada aynı yapı, farklı bir içerikle, kendini gösterir. Birlik, özgüllüklerin silinmesi değil, her özgüllükte aynı yapının tanınmasıdır. Bu noktada bir uyarı notu daha düşmek elzemdir. Engels’in 30 Mayıs 1873 tarihli mektubu, “tek bilim” programının hem gücünü hem tehlikesini gösterir. Engels, “bu sabah yatakta aklıma geldi” diyerek doğa bilimlerinin diyalektik hiyerarşisini kurar: mekanik hareket, fizik, kimya, organizma. Her düzeyde hareket biçimleri “birbirine eriyor”. Carl Schorlemmer, kimyacı olarak, bu şemayı onaylar. Ama tehlike burada gizlidir: bu şema bilimlerin kendi gelişiminden mi çıkmıştır, yoksa sabah yatakta felsefi olarak mı kurulmuştur? Engels’in itirafı anlamlıdır: organizma düzeyinde “diyalektik spekülasyonlara girmeyeceğim” der; duraksıyor, çünkü biyoloji henüz bu geçişi kendi içinden göstermemiştir. Bu duraksamayı genelleştirmek gerekir. Leninci erime, felsefi şemayı bilimlerin üstüne dayatmak değil, her bilimin kendi hareketinde geçişin yapısını keşfetmektir. Engels’in mektubu, programın taslağıdır; ama taslak, bilimlerin gerçek gelişimiyle sınanmalıdır. Aksi halde Bogdanovculuğa düşeriz: sabah yatakta kurulan şemalar, öğleden sonra bilimlere dayatılır.

“Yasa” kavramı, burjuva düşüncesinin temel kategorisidir; ama kökeni hukuksaldır. Nomos, lex, Gesetz: hepsi, öznenin nesneye dayattığı düzenlemeyi ifade eder. Doğa yasaları, toplumsal yasaların doğaya yansıtılmasıdır; “doğa kanunları”, hukuki metaforun evrenselleştirilmesidir. Bu kavram sınıflı toplumun damgasını taşır; efendi-köle, yasa koyucu-yasa uygulayan ilişkisini yeniden üretir. Materyalist diyalektik, “yasa”dan “geçişin yapısı”na döner. Kâr oranlarının düşme eğilimi, dışarıdan dayatılmış bir “yasa” değildir; sermayenin öz-genişleme hareketinin kendi önkoşullarını aşındırma biçimidir. Sermaye, artı-değeri maksimize etmek için emek üretkenliğini artırır; bunun için sabit sermaye oranını yükseltir; bu yükselme, kâr oranını düşürür. Hareket, kendi karşıtını üretir; bu üretim dışarıdan değil içeriden gerçekleşir. Aynı şekilde, basit değer-biçiminden para-biçimine geçiş de bir “yasa”nın uygulanması değildir. Her biçim kendi iç çelişkisini barındırır; bu çelişki, bir sonraki biçime geçişi zorunlu kılar; geçiş, çelişkinin çözümü değil, çelişkinin yeni bir düzeyde yeniden üretimidir. “Yasalar”dan “geçişlerin yapısı”na geçmek, burjuva bilim anlayışının terk edilmesidir; hareketin kaynağını dışarıda değil içeride aramaktır.

Yirminci yüzyıl matematiği, sessiz bir devrim yaşadı: aksiyomatik kümeler kuramından kategori kuramına geçiş. Bu geçiş henüz tamamlanmamıştır; gerilimler sürmektedir; ama yön açıktır. Kümeler kuramında nesne birincildir; küme, elemanlarının toplamıdır; ilişkiler kümeler arasında kurulur; ilişki, nesnelerden türetilir. Kategori kuramında morfizm birincildir; ok, dönüşüm, bir nesneden diğerine geçiş. Nesne, morfizmler aracılığıyla tanımlanır; “nesne”, kendisine yönelen ve kendisinden çıkan okların kesişim noktasıdır. Bu tersine çevirme, değer-biçimi analizinin matematiksel muadilidir. Meta, değeri “içermez”; değer, metalar arasındaki ilişkide belirlenir. Küme, elemanları “içerir”; kategori kuramında nesne, morfizmler tarafından belirlenir. Her iki durumda da ilişki terimlerden önce gelir; her iki durumda da töz değil yapı birincildir. Lawvere, bu geçişi en ileri noktasına taşıdı. Hegel’i okudu; kategorik yapıları diyalektik kavramlarla eşleştirdi; bitişik funktorları Hegelci birlik ve karşıtlık olarak yorumladı. Ama Lawvere’in sınırı da buradadır. Hegel’i matematiğe uyguladı; matematiği “saf biçim” olarak bıraktı. Diyalektik kategorileri matematiksel yapılara eşledi; ama bu eşleme dışarıdan gerçekleşti, “neden” sorusu sorulmadı. Lawvere’i aşmak, bu “neden” sorusunu sormaktır.

Ricardo, emek-değer teorisini en ileri noktasına götürdü. Değerin kaynağının emek olduğunu kavradı; meta fiyatlarının emek-zaman tarafından belirlendiğini gösterdi; bu kavrayışla klasik ekonomi politiğin zirvesine ulaştı. Ama Ricardo bir soruyu sormadı: değer neden bu biçimi, meta biçimini alıyor? Emek neden değer olarak, değer neden meta olarak, meta neden para olarak görünüyor? Marx, Ricardo’yu reddetmedi; içeriden eleştirdi. Ricardo’nun kavramlarını aldı, onların sınırını gösterdi, sınırı aşacak yeni bir kavram üretti: emek gücü. Ricardo “emek” diyordu; Marx “emek gücü” dedi. Bu küçük terminolojik fark, her şeyi değiştirdi. Satılan şey “emek” değil, “emek gücü”dür; emek gücünün değeri ile emeğin ürettiği değer arasındaki fark, artı-değerdir; artı-değer, sömürünün bilimsel kavramıdır. Lawvere, kategorik matematiği en ileri noktasına taşıdı. Yapının morfizmle kurulduğunu kavradı; kategorik yapıları diyalektik kavramlarla eşleştirdi; bu kavrayışla çağdaş matematiğin zirvesine ulaştı. Ama Lawvere bir soruyu sormadı: bu yapı neden “saf biçim” olarak görünüyor? Morfizm neden “içeriksiz” görünüyor? Kategori neden “soyut” görünüyor? Biz, Lawvere’i içeriden eleştireceğiz. Lawvere’in kavramlarını alacağız, onların sınırını göstereceğiz, sınırı aşacak yeni bir kavram üreteceğiz. Bu kavram henüz adını almamıştır; ama nerede arayacağımızı biliyoruz: morfizmin “saf biçim” görünümünün altında, insan-doğa metabolizmasının matematiksel momentinde.

Matematik cephesi, fizik cephesinden ayrılamaz. Lawvere’in Categories in Continuum Physics (1986) eseri, kategorik matematiğin fiziğe uygulanmasının en ileri örneğidir. Elastisite, akışkanlar dinamiği, termodinamik: bunlar uzay-zaman sürekliliğinin matematiksel yapısını gerektirir. Standart matematik, sürekliliği epsilon-delta limitleriyle tanımlar; bu tanım, Cauchy ve Weierstrass’ın on dokuzuncu yüzyıl formalizasyonudur. Topos kuramı, sürekliliğin kategorik ifadesini sunar; “yumuşak analiz” ya da “sentetik diferansiyel geometri” bu ifadenin adlarıdır. Lawvere’in iddiası cesurdur: fiziğin kavramları, topos-kuramsal bir çerçevede doğal biçimlerini bulur; kategorik yapı, fiziksel içeriğe “uyar”. Ama bu uygunluk sorgulanmalıdır. “Biçim” ve “içerik” ayrımı, Lawvere’de de korunur: matematik biçimdir, fizik içeriktir; matematik “saf”tır, fizik “uygulamalı”dır; matematik a priori’dir, fizik a posteriori’dir. Bu ayrım, Kantçı epistemolojinin kalıntısıdır; kategorik matematik, Kant’ı aştığını iddia eder, ama Kantçı ayrımı yeniden üretir. Ayrımın kendisi, kapitalist aklın damgasını taşır: kafa/kol, teori/pratik, biçim/içerik. Fiziği kategorik temelde yeniden formüle etmek yetmez; biçim/içerik ayrımının kendisini sorgulamak gerekir.

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde ilan ettiler: “Biz yalnızca tek bir bilim tanıyoruz: tarih bilimi. Tarihe iki yönden bakılabilir ve tarih, doğa tarihi ile insanların tarihi olarak ikiye ayrılabilir. Ama bu iki yön birbirinden ayrılamaz.” Bu tek bilim, bilimlerin dışarıdan birleştirilmesi değildir; maddenin kendi hareketinin kavranmasıdır. 1844 Elyazmaları’nda Marx bunu açımlar: “Doğa bilimi zamanla insan bilimini kendi bünyesine katacak, tıpkı insan biliminin doğa bilimini kendi bünyesine katacağı gibi: tek bir bilim olacaktır.” Bu tek bilim, Bogdanovcu tektoloji değildir; bilimlerin üstüne dışarıdan dayatılan bir şema değildir. Her bilim kendi özgüllüğünü korur; ama her özgüllükte aynı yapı, maddenin öz-hareketinin yapısı, kendini gösterir. Fizik, maddenin en genel hareket biçimlerinin bilimidir. Kimya, maddenin bileşim ve dönüşüm hareketinin bilimidir. Biyoloji, maddenin yaşam biçimindeki hareketinin bilimidir. Ekonomi politik, maddenin toplumsal üretim biçimindeki hareketinin bilimidir. Psikoloji, maddenin bilinç biçimindeki hareketinin bilimidir. Hepsi, tek maddenin tek hareketinin farklı momentleridir. Erime, bu birliğin bilinçli kavranışıdır; farklılıkların silinmesi değil, her farklılıkta aynı hareketin tanınmasıdır.

Marksistler yeni sistemler kurmazlar; mevcut sistemlerin içsel eleştirisini sunarlar. Marx’ın yöntemi budur: eleştirel eleştirinin eleştirisi. Ricardo’yu reddetmedi; Ricardo’nun kendi kavramlarıyla Ricardo’nun sınırını gösterdi. Hegel’i reddetmedi; Hegel’in kendi kavramlarıyla Hegel’in sınırını gösterdi. Klasik ekonomi politiği reddetmedi; onu “ekonomi politiğin eleştirisi”ne dönüştürdü. Bu yöntem, bizim de yöntemimizdir. Burjuva toplumunun matematikçilerini reddetmeyeceğiz; kategorik matematiğin içinden, kategorik matematiğin sınırını göstereceğiz. Yüksek topos kuramını reddetmeyeceğiz; kendi kavramlarıyla kendi sınırını açığa çıkaracağız. Faktörizasyon cebiri formülasyonunu reddetmeyeceğiz; kuantum alan kuramının bu kategorik ifadesinde, biçim/içerik ayrımının nasıl yeniden üretildiğini göstereceğiz, vs. Bu sınır, matematiksel fetişizmdir: yapının “saf biçim” olarak görünümü, morfizmin “içeriksiz” olarak sunumu, kategorinin “soyut” olarak kavranışı; yapının ‘saf biçim’ olarak gerçek varoluşu, bu varoluşun ebedi ve zorunlu sanılması. Marx’ın “emek gücü” kavramı nasıl Ricardo’nun “emek” kavramını içeriden aştıysa, bizim de küçük ama kritik bir kavramsal ayrım üretmemiz gerekecek. Bu kavram henüz adını almamıştır; ama nerede arayacağımızı biliyoruz. Morfizmin “saf biçim” görünümünün altında, insan-doğa metabolizmasının matematiksel momentinde, emeğin nesneleşmesinin kategorik yapısında. Görev kuşakları aşar; ama başlamak en zor adımdır. Clinamen’den değer-biçimine, diferansiyelden toposa, Ricardo’dan Lawvere’e uzanan çizgiyi takip ettik. Şimdi, bu çizgiyi ileriye taşıma zamanıdır. Son bir not: Alman İdeolojisi ve 1844 Elyazmaları arasındaki bir köprü olarak Kutsal Aile’ye bakacak olursak… “Eleştirel eleştirinin eleştirisi” eleştirilemez. Bu totoloji değil, zorunluluktur. Eleştiri, dışarıdan yapılır; eleştirel eleştiri esnasında eleştirmenin eleştirdiği şeyin dışında durması gerekir. Ama eleştirel eleştirinin eleştirisi, bu dışsallığı ortadan kaldırır; eleştiri kendi kendisine döner, kendi koşullarını sorgular, kendi sınırlarını gösterir. Bu noktada dışsal alan kalmaz; eleştirinin dışında duracak bir yer yoktur. Sermayenin mutlak despotizmi evrenselleştiğinde, dışarısı fiilen ortadan kalkar; kaçılacak bir ada, sığınılacak bir köşe, korunacak bir niş kalmaz. Meta biçimi her şeyi kaplar; değer yasası gezegeni sarar; biçimlerin despotizmi tamamlanır. Bu evrenselleşme, eleştirinin de konumunu değiştirir. Artık eleştiri dışarıdan değil içeriden yapılır; sistemin kendi kavramlarıyla sistemin sınırı gösterilir; bu gösterme, teorik bir egzersiz değil, pratik bir zorunluluktur. Buradan “gerçek hareket”e geçilir. Marx ve Engels, komünizmi “ulaşılacak bir ideal durum” olarak değil, “mevcut durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” olarak tanımladılar. Bu tanım, eleştirel eleştirinin eleştirisinin pratik sonucudur. Dışsal alan kalmadığında, eleştiri teoriyle sınırlı kalamaz; pratiğe dönüşmek zorundadır. Ama bu pratik, dışarıdan müdahale değildir; içeriden dönüşümdür. Sermaye, kendi hareketinde kendi çelişkisini üretir; bu çelişki, sermayenin ötesine işaret eder; “ötesi”, dışarıda değil içeridedir. Proletarya, sermayenin içindedir ama sermayeye karşıdır; hem sermayenin koşulu hem sermayenin olumsuzlanmasıdır. Gerçek hareket, bu içsel çelişkinin pratik açılımıdır. Ve nihayet: doğa-insan ayrımı tarihte çöker. Bu ayrım, sınıflı toplumun ürünüdür; kafa ile kolun, teori ile pratiğin, biçim ile içeriğin ayrılması, insanın doğadan koparılmasının momentleridir. Kapitalizm bu ayrımı en uç noktasına taşır; doğa “hammadde”ye, insan “emek gücü”ne indirgenir; ikisi de sermayenin değerlenmesinin araçlarıdır. Ama bu uç nokta, ayrımın çöküşünün de koşuludur. Ekolojik kriz, ayrımın sürdürülemezliğini maddi olarak dayatır; insan doğayı yok ederek kendini yok eder; ayrım pratikte çöker. Tek bilim programı, bu çöküşün teorik ifadesidir; doğa tarihi ile insan tarihinin birliği, ayrımın ötesinde yeniden kurulur. Matematik ve fiziğin eleştirisi, bu programın bir momentidir; biçim ile içeriğin, soyut ile somutun, “saf” yapı ile “ampirik” içeriğin ayrımı sorgulanır. Eleştirel eleştirinin eleştirisi, bu sorgulamanın yöntemidir; gerçek hareket, bu sorgulamanın pratiğidir. İkisi birdir; teori ve pratik ayrılmaz; ayrılmak zorunda olduğumuz şey, ayrımın kendisidir.

Next
Next

Maddenin Kendini Bilmesi: Etkin Spinozizm ve “Tek Bilim”